28 Aralık 2015 Pazartesi

ERTÜRK AKŞUN || 18 SAAT


"Gözümüzle gördüğümüz her güzel şeyin arkasında mutlaka bir giz ya da acı saklıdır..."

18 saat bitti..
Hakkını verirsen gerçekten 18 saat içinde okunacak bir kitap.

Ertürk Aşkun'un kalemiyle tanışmam 18 saat ile oldu ve ben tek kelimeyle bayıldım. Bu kadarını beklemiyordum açıkçası. Hatta şöyle bir göz gezdirmek için elime almıştım ki kitap beni ilk sayfadan, -yukarıda yaptığım alıntı-, içine aldı ve sonuna kadar bırakamadım. 

"Bazen kendimden kaçmak istiyorum. Yorgunluğumdan, saçmalıklarımdan kaçıp gitmek istiyorum… Haritası henüz çizilmemiş bir ülkede başıboş dolaşan yolculardan olsam keşke. Nerede olduğumu bilmesem, yolumu tarif edemesem keşke. İmkânlarımın çok üstüne çıktığımı hissetmek istiyorum."


Soluksuz. Akıcı. Bir nefeste. Su gibi aktı. Heyecanlı. Merak uyandırıcı. Dopdolu bir kitap.

Kitabın içinde o kadar anlamlı; kah yüreğinize değen, kah sizi düşündüren, kah gülümseten, kah bilgilendiren o kadar çok cümleler var ki çiz çiz sayfalar doldu taştı.

"Herkes çocukluktan itibaren okumalısın der durur. Bizim çocukluğumuzda bir evde kitap oldu mu kutsal olurdu o ev. Bak şunun ne kadar kitabı var derlerdi. Halbuki bir insanın ne kadar çok kitabı varsa o kadar yalnızdır. Ne kadar çok kitabı varsa o kadar az ihtiyaç duyar başka kimselere de ondan. Şimdi babam şu halimi görse, ah be evladım ne kadar yalnızsın der, üzülürdü sanırım."




18 saat; birçok 'yaşayan' ve 'düşünen' birçok karakterin hem bugünlerinden hem geçmişlerinden yola çıkılarak iç dünyalarının, benliklerinin, psikolojilerinin kusursuz denecek kadar başarılı anlatıldığı bir roman. Farklı hayatlar, farklı karakterler, farklı bakış açıları ama kesişen tek bir nokta, tek bir olay. 18 saat dilimine sığan dün, bugün, yarın. Hayatların nasıl değiştiğini, nasıl etkilendiğini okumak gerçekten keyif vericiydi.

Karakter çatışmaları, kendimi bulayım derken hayatın içinde kaybolmuş kadınlar ve erkekler, dostluk, iç savaşlar, azcık siyaset, bolca felsefe, biraz aşk, birazın üzerinde şehvet...

Kurgu ile bilginin iç içe geçerek tüm bunlarla harmanlanması okuyucuya tadından yenmez bir lezzet sunuyor. 

Tek bir eleştirim... Kitabın geneline 'o konuyu da yazmalıyım, bu da olmalı, şundan da bahsetmeliyim' havası hakimdi. Keşke yazar bunu bir doz daha düşürseydi. 

18 saat, 2016'da okumanızı tavsiye edeceğim kitapların başında geliyor. 

Gezi'ye dair son alıntı ile yazımı bitiriyorum. İnanın elimde olsa altını çizdiğim tüm cümleleri paylaşmak isterdim ama esprisi kalmaz o zaman, siz okuyun:) 

"Gezi bize ortak bir dünyanın hala hayal edilebileceğini gösterdi. Hatta göstermekle kalmadı, resmen gözümüzün içine soktu. Çadırlarda kurulan mini hastaneler, gönüllü doktorlar, dışarıdan her gün binlerce insan tarafından getirilen yiyecekler ve en güzeli de bunların olduğu gibi ortada bırakılması. İnsanların sadece ihtiyacı olan kadarını alması, hiçbir şeyi yağmalanmaması, suistimal etmemesi... Bundan daha büyük bir devrim düşünülebilir mi?
.......
Hayatın sokaklara taştığı günlerdi. Hayat sokağa taşar da şiir durur mu? Şiir de sokağa, şiir de duvarlara taşmıştı, #şiirsokakta #şiirduvarda işte böyle çıktı sokak duvarlarına, caddelerine..."


25 Aralık 2015 Cuma

KIMBERLEY FREEMAN || KIR ÇİÇEĞİ TEPESİ



Bugün size kapağı kadar güzel bir kitaptan bahsedeceğim. Hazır mıyız? :)

".... çünkü işler sarpa sardığında, güçlü insanlar yollarına devam ederler."

Kır Çiçeği Tepesi geçmiş ile bugün arasında ilerleyen Londra, Sidney, Tazmanya arasında yaşanan bir hikaye. 1929′larda Beattie ile başlayan hikaye, 2009′da Emma ile devam ediyor. 

Emma'nın yaşadıkları, hayatını değiştirecek, kendini değiştirecek, hayata başka açıdan bakmayı öğrenecek ve büyükannesini daha yakından tanımasına sebep olacak.

Ve Beattie... O muhteşem kadın.



Sarah Jio anlatım ve tarzını sevenlerin  çok severek okuyacakları akıcı, keyifli bir kitap. Hatta hikaye zenginliği ve kurgu açısından Sarah Jio'nın birkaç tık üstündeydi.

 O nasıl bir sürükleyicilik ve merak uyandıran kitaptı ki elimden bırakamadım ve gecenin 3'ünde bitirdim. 

Geçmiş ile bugünün birbirine paralel gittiği hikayede gizem, aşk, çaresizlik, mücadele, hüsran gibi birçok duyguyu derinden hissedebiliyorsunuz. Soluksuz okuyorsunuz.

Tek eleştirim kitabın sonu olmamış, havada asılı kalmış. Öyle bir bitiyor ki; acaba yazarın bilgisayarı bozuldu da mı yazamadı ya da yayınevi mi basmaya unuttuğu diye insanın düşünesi geliyor. 

Tüm kalbimle diyorum ki Beattie ile Lucy daha farklı bir sonu haketmişti. Lucy için yapılan o kadar mücadele, çaba yerini bulmadı. 


Kır Çiçeği Tepesi yalnız sıradan bir aşk ve aile hikayesi değildi, insanın içindeki gücü keşfetmesi ve bu gücü keşfettiğinde neler yapabileceğini anlatan güzel bir kitaptı. Sırf bu açıdan dahi okunmalı.


"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Charlie.
"Bütün dünyayı unutup birbirimizi seveceğiz" diye cevapladı Beattie

22 Aralık 2015 Salı

SABAHATTİN ALİ || KUYUCAKLI YUSUF


"Varlığı büyük boşlukları dolduracak mahiyette değildi; fakat yokluğu müthişti..."

Modern bir tragedya...
Sosyalist gerçek akımın başlıca eserlerinden...
Bir Anadolu öyküsü...
Sabahattin Ali'nin ilk romanı.

Kuyucaklı Yusuf, Anadolu'nun o yıllardaki -hatta bugün dahi geçerliğini koruyan- toplumsal yapısını bütün insani ve sosyal gerçekliği ile irdelenmiş bir kitap. 

Toplumsal değerler, yargılar, yozlaşmış bürokrasi, yaşanan bozukluklar, sistemin çarklarının ne kadar birileri lehine döndüğü, baştan kaybedenler, paranın tek güç olduğu, bir tarafta onuru ile yaşayanlar diğer tarafta onurunu para için satmaktan kendini alamayanlar ve para ile her şeyi yapma hakkını kendinde görenler...

Hiç değişmeyen düzen; ister sistem de ister kadercilik. 

"Hapishane ancak serseriler, köylüler ve aşağı tabakadan insanlar içindi; bir Hilmi Bey'in oğlu, adam öldürse bile, onlarla bir tutulamazdı"

İnsanlığa dair içinde umut beslemek isteyenler, bu kitabı okurken zorlanabilir. Çünkü umut verecek pek bir şey olmuyor.



Kuyucaklı Yusuf, Anadolu’nun bir köyünde ailesi gözlerinin önünde katledilmiş bir şekilde Kaymakam Selahattin Bey tarafından bulunur ve oğlu olarak yetiştirilmeye başlanması ile roman başlar. 

Yetim kalmış bir çocuğun hikayesi çarpıcı gerçeklikte tüm yönleri ile anlatılır. Tipik bir toplum örneklemesinde yaratılan karakterlerle kurgu ve olay örgüsü birbirine paralel yalın ama etkileyici bir dille anlatılır.

Nefret, kıskançlık, ölüm, fakirlik-zenginlik, umut-umutsuzluk ekseninde yıkılmış hayaller, acımasız insanlar ve bu acımasız insanlardan dolayı yaşanan acıların işlendiği bir roman Kuyucaklı Yusuf.

Sabahattin Ali'nin dili oldukça yalın. Her şeyi en sade ama en çarpıcı haliyle yazmış. 

Sabahattin Ali her zaman bana tasavvur edemeyeceği bir durum bir duygu yokmuş hissi verir. Kelimeleri nakış gibi işler, birbirine bağlar ve siz o dünyanın içinde kaybolursunuz.  

Benzetme ve betimlemeler muhteşemdi. Misal bir doğa manzarasını anlatırken öyle çok ayrıntı vermiş ki sanki oraya gitseniz anlatılan yeri elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. Tarzınız değilse sıkılabilirsiniz de.

Olaylar tahmin edilebilir şekilde geliştiği için merak unsuru yüksek değil.

“Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten.”

Belki çok ama çok sürükleyici bir roman değil. Çokça eğlendirici de değil. Ama her sayfasından buram buram bir ustalık fışkıran bir roman.


Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf’u tamamladığımda ilk aklıma gelen yazarın kendi içindeki her şeyi geride bırakıp gitme arzusunu romanlarındaki karakterler üzerinden yaptığını düşündüm. Keşke Sabahhattin Ali’nin her şeyi bırakıp gitme isteği elim bir şekilde sonuçlanmasaydı da Kuyucaklı Yusuf’un 2. Ve 3. Cildini de okuyabilseydik.

Böylesi kült bir kitabı uzun uzun kritik etmek niyetinde değilim açıkçası ancak belirtmek istediğim bir nokta var ki; YKY’nin baskısında yer alan önsöz kitabın tüm hikayesini, tüm vurucu olayları anlattığı için önsöz değil de son söz olmalıydı diye düşünüyorum. Gelelim arka kapak yazısına; arka kapak yazısında kitabın önemli ve konuya yön verecek bir ayrıntısı verilmiş. Olacakları bilerek okumak pek sevimli olmuyor . Yayınevine duyurulur. 

Yeni okuyacaklar için de tavsiyem, önsöz ve arka kapak yazılarını kitabı bitirdikten sonra okumaları. 


Keyifli Okumalar...

“Hayat, birbirinden ayırdıklarını, kısa bir müddet için tekrar yaklaştırır gibi olsa bile, uzun zaman yan yana bırakmıyordu."


20 Aralık 2015 Pazar

Üç Tutku Festivali


Merhaba dünya...
Merhaba güzel insanlar...

Kitap dışında bir fotoğraf gördünüz, şaşkınsınız, değil mi? İşte size onun hikayesini anlatacağım.

Mekan Harbiye Askeri Müze bahçesi, etkinlik Kitap Kahve Çikolata Festivali.

Efendim, bir heyecan, bir heves bizi biz yapan Üç Tutku Festivali'ne bir arkadaşı da peşimden sürükleyerek gittim.

Kapıdan içeri girer girmez sırtında yangın söndürme cihazına benzer kahve makinası ile sizi bir genç karşılıyor. İçeri girince fark ediyorsunuz ki; aslında onlardan çok var. Sürekli sizin peşinizde dolaşıyorlar. "Kahve, kahve, kahve" diye... 

Cihaz belki pratik ama görünüm yangın söndürme cihazı, allahtan kırmızı değil oranj renkli tulum giymişlerdi:))

Gelelim kitaplara...
Üç, dört bilinen toplamda yedi-sekiz yayınevi festivale katılmış. Fiyatlar konusunda tabii ki idefix ve Babil sitelerinin eline su dökemezler. 

Misal; Ahmet Ümit'in son kitabı Elveda Güzel Vatanım kitabı fuarda 18,90, Babil.com sitesinde 9,90 TL. dı. Bunu arkadaşıma söyleyince, stant görevlisi "Babil nedir, o fiyat olamaz." dedi. Stant görevlileri de durumdan, konudan o kadar haberli, bilgili idiler :-)

Neyse, son umudumuz migrenimin belalısı vazgeçilmezim çikolata kısmında ise zar zor bir tane ikram eden görebildik. Gerisi hep satış stantlarında. 

Anlayacağınız üzere...
Festival minikti, küçüktü, sönüktü, cansızdı. 

Özetle umduğum gibi değildi 

Ama Askeri Müze'ye gidin, tarihi koklayın, bahçesinde fotoğraf çektirin, yeşili hissedin. 

Keyifli Pazarlar

19 Aralık 2015 Cumartesi

BUKET UZUNER || KUMRAL ADA MAVİ TUNA



"Sen hiç kimsenin olamayacağı kadar çok şeyimsin benim… yüreğimde sana ayrılan yer herkesinkinden büyük. yalnızca bir arkadaş, bir kan kardeş, bir sırdaş, bir çok yakın dost değil, bir büyük sevgisin sen… yanında sonsuz şımarabileceğim ve hala kaybetmekten kormayacağım tek kişi… yani biraz annem, biraz babam, hatta hiç görmediğim dedem, belki hiç doğmayacak oğlum… sonra daimi hayranım ve tabi dokunulmamış sevgilim… sen benim masumiyetimsin Tuna.. Benim en yakınımsın! Aslında belki öbür yarımsın..."


Kumral Ada Mavi Tuna...

Öyle güzel bir roman ki...

Nerden başlasam nasıl anlatsam.


Bir aşk hikayesi mi?

Denilebilir.

Dostluk mu?

Olabilir.

Aile hikayesi mi?

Bir nevi.

Azınlıklardan bahseder mi?

Farklı kültürle birlikte yaşamanın zenginliği anlatılır mı?

Satır aralarında, evet. 

Toplumsal iç savaş mı yoksa kişinin kendi iç savaşı mı? Sorgulanır mı?

Evet, her satırında hissedersin.

Özlediğin mahalle sıcaklığında mı geçer hikaye?

Kesinlikle.

Bir kere okunup rafa kaldırılıp unutulacak bir kitap mıdır?

Kesinlikle hayır.


Hatta hayatının kitabı olur.


Kendini bulduğun bir Tuna olursun, olmayı düşlediğin Ada. Ya da tam tersi. Peki ya Aras ve Meriç? Onlar zaten hep etrafımızdalar, değil mi?


Kalkıp Kuzguncuk'a gitmek istersen, birazdan Ada, Mabel'ine seslenecekmiş gibi hissedersin. Ya da sokakları bir denize bir kitapçılara çıkan Kadıköy'deki o pastaneye gitmek istersin, Kup Griye söyleyip Ada'ya, Mabel'e, Aras'a selam çakarsın. 



"Kendi inşa ettiğimiz hapishanelerde yaşıyoruz. Adına ev, aile, akrabalar, töreler diyerek... Sonra duvarların arasında boğulup, çıldırıyor; ama yıkılmasın diye hayatımızı uğruna siper ediyoruz."


Bir gün bir iç savaş çıkmıştı. Bu iç savaş hem ülkede hem de Tuna'nın kalbindeydi. Tuna iç savaşın gerçek yüzü ile karşılaştığında yaşayacağı  hayal kırıklığından kaçmak istercesine kendini bir karabasanda olduğuna inandırdı. O uyanacak ve her şey bitecekti. 


Tuna'nın kendi iç savaşına paralel ilerleyen gerçek mi hayal mi olduğu anlaşılamayan, sözlük anlamı ile iç savaşa yapılan göndermeler ve bu bağlamda kurulan metaforik bağ edebi açıdan gerçekten tatminkar bir iş çıkartmış. 


Tabii bu karabasanlar biraz daha kısa tutulsa daha iyi olurdu:)


"Sanmak ile olmak arasındaki uçurumdan hep nefret ettim! Sanmak, içinde umutlar, düşler ve heyecanlar vaat eden çok boyutlu bir kavramken, olmak gerçeğin sert, kalın, köşeli ve katı üç boyutunu taşır yalnızca..."




Yazarın kitaptaki en büyük başarısı hikayeyi yalnız okutması değil, hissettirmesi. Okurken hikayenin dışında kalman imkansız. O sokaklarda dolaşıyorsun, o bahçenin bir köşesinde durup izliyorsun Mabel ile Ada'yı, kahkahaların tını farkını bile duyabiliyorsun. 


Karakter ve psikolojik analizler açısından oldukça etkileyiciydi. 


Hissedilen bazı şeyleri öyle iyi ifade etmiş ki, daha iyi nasıl anlatılabilirdi diyorsunuz.



Şu küçük ayrıntıyı unutmadan söyleyeyim. Ada'nın ailesi aslında hepimizin tanıdığı çok ünlü bir aile. Anne Çolpan İlhan, baba Sadri Alışık ve dayı Atilla İlhan... Zaten "kumral Ada" Atilla İlhan'ın bir şiirinden alıntı:) Kitapta elbette karakterler başka isimlerle yer alıyor.


   *********


Bu kitap insanda Ada olma isteği uyandırıp, Aras'ın converselerini omzuna attığı zamanda dursun istiyor.


Benim gibi geç kalanlardansanız eğer, hemen bu kitabı edinin ve bu harika çocuklarla, bu olanğanüstü hikaye ile tanışın.


Kimbilir belki bir gün...

Kuzguncuk sokaklarında dolaşırken ya da Baylan'da Kup Griye yerken ya da artık çantamızda taşıdığımız Mabel sakızlarını birbirimizde gördüğümüzde gizli gizli gülümseriz.


Kimseler anlamaz ama biz biliriz.


"Onu ilk kez gördüğümde yaşantımda çok önemli bir yer tutacağını sezmiştim. Bu tıpkı, bir filmin daha ilk karesinden bütününü kavramak, sonunu tahmin etmek gibi bir duyguydu. Onu ilk gördüğümde bundan böyle artık benim için çok önemli olacağını sezmiş ve ürkmüştüm. O andan başlayarak yaşantım değişecek, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı."

14 Aralık 2015 Pazartesi

METİN HARA || YOL




"Sahip olduğun bilgiyi kullanmadığın sürece, ona sahip olmak seni ayrıcalıklı kılmayacaktır."

Kendinde başlayıp kendinde biten bir yol varmış.

İçindeki enerjiyi doğru kullanırsan; tüm korkuların yok olur, hayallerin gerçek olur, çözemeyeceğin sorun kalmazmış.

İşte ben her sayfasında kendimi yeniden öğrendiğim, yeniden kazandığım bir kitap okudum.

Metin Hara; üçlemenin ilk kitabı olan Yol'da okuyucuyu kendini tanıma yolculuğuna çıkarıyor; bu yolculuğa pratik egzersizler de eşlik ediyor. Fiziksel egzersizlerin yanı sıra ruhsal egzersizler, Ki enerjisinin kullanımına kadar pek çok ama bilinen ama kendi keşfi olan birçok kişisel gelişim metodunu anlatıyor. 

Metin Hara’nın çok bambaşka bir enerjisi var; bunu kitabın her sayfasında, her satırında hissediyorsunuz. 

Kitabı acele etmeden, yavaş yavaş okudum. Bazı satırları tekrar tekrar, bazılarını dönüp dönüp yeniden okudum, altını çizdiğim cümlelerim oldu. 

Her şeyden önemlisi "ödevlerimi" yapmaya başladım. Sufi nefesi hayatımın bir parçası oldu. 

Hem bildiğim sandığım bir çok şeyi sıfırlamak zorunda kaldım, hem unuttuklarımı yeniden hatırladım.

"Evrende çözümsüz sorun yoktur! Problem olarak gördüğün şey, aslında göremediğin bir çözümdür."


Bu kitabı okuduktan sonra kendimi daha iyimser, huzurlu, rahat ve umutlu hissettim. Karşılaştığım olaylarda daha sakin, çözüm odaklı hareket etmeyi başladım. Hayatta her şeyin aslında ne olduğunun değil, bizim için ne ifade ettiğinin önemli olduğunu kavradım. Bizim yüklediğim anlamlarla kişiler ve olaylar değerleniyor veya değersizleşiyor.



Kişisel gelişim kitaplarına karşı bir çoğunuzun önyargılı olduğunun farkındayım ve itiraf etmeliyim ki; kitapta yer alan "bazı" örnekleri gerçekçi bulmadım. Yazarın dini konulara girmesi de bizim toplumumuzda majör bir risk. 

Tüm bu 'acaba'lara rağmen bu çocuğa, bu kitaba, her şeyden öte kendinize bir şans verin derim.

Çünkü...

Bu bir kişisel gelişim kitabı değil, bu bir benlik, kendinin keşfi kitabı.

İnsanın kendini keşfetmesinden daha büyülü, başka bir heyecan olabilir mi?

Olamaz:)

Kendinize bir şans verin.
Deneyin.
Olmazsa, bir şey değişmez.
Aynı yerde kalırsın.
Ama ya değişirse? :)))))


Keyifli Okumalar 

"Sevgiyle atan her kalp, bir sabah cennete uyanacaktır."


Son söz yayınevine...

Kitapta ciddi bir şekilde göze çarpan dil/gramer hataları vardı ve bu hataların editör veya son okunan kişi tarafından düzeltilmediği görülüyor. 

Destek Yayınları gibi büyük bir yayınevinde böyle hatalar olmamalı, işini daha dikkatlice yapan çalışanlar olmalıdır.



4 Aralık 2015 Cuma

FRANZ KAFKA || MİLENA'YA MEKTUPLAR



"Yanımda yürüyordun Milena, bir düşünsene yanımdaydın. " 

Çek yazar Franz Kafka'nın, öykülerini Çekçe'ye çevrilmesini rica ettiği çevirmen/gazeteci Milena Pollak ile başlayan mektuplaşmaları zamanla tarif edilemez güzellikte bir sevdaya dönüşüyor.

Üç sene boyunca her gün yazılan yüzlerce mektuptan oluşan kitap, Milena'nın Frank'in doktoru Max'e gönderdiği ve onun sağlık durumu hakkında bilgi edindiği mektuplarla son buluyor. 

Kafka'yı diğer kitaplarından ayırarak bu eserinde onu en saf haliyle görmek, aşkına, çektiği acılara bu kadar açık bir şekilde tanık olmak çok etkileyiciydi.

"Ama lütfen beni dinleme ve bana her gün yaz Milena, çok kısa olabilir, bugünkü mektuptan da kısa olabilir, iki satır da, bir satır da, hatta tek kelime bile olabilir ama onlarsız kalırsam çok acı çekerim."

Bu mektuplar malum hep tek taraflı yayımlanır. Orhan Veli'den Nahit Hanım'a Mektuplar, Sabahattin Ali'den Canım Aliye Ruhum Filiz kitaplarında olduğu gibi burada da hep erkeğin yazdıklarına tanık oluyoruz. Keşke Milena kendi mektuplarını yaktırmasaymış da onun mektuplarını da görebilseydik. O yüzden kitapta en sevdiğim bölümlerden birisi Milena'nın Max'e yazdığı mektuplardı zira onun bakış açısından da bu aşkı görebilmek güzeldi. 

"En çok seni seviyorum diyorum, ama gerçek sevgi bu değil sanırım.
Sen bir bıçaksın. ‘Ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla’ dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki...”

Açıkçası ben bu kitabı sosyal medya  hesaplarından sürekli yapılan alıntılar sayesinde merak ettim. İşte o alıntılar kitaba dair beklentiyi biraz yükseltiyor, bu yüzdendir ki kitabı okuduğumda açıkçası umduğu bulamadım. 


Çeviri kaynaklı da olabilir tabii ki bu düşüncem. Benim okuduğum Pena Yayıncılık çıkan kitapta sayısız yazım hataları vardı. Yayınevinin bu özensizliğine hayret ettim, öyle ki cümlenin anlamını değiştirecek kadar vardı. 


"Huzur içerisinde barınabileceğim bir vatanın yoksa evin ne faydası var?"


Bir yerden sonra tekrara düşülen mektuplar sıktı beni. İçine giremedim. Akmadı. 


"Birçok şeyin daha farklı olmasını isterdim"


Abartılmayan tek şey ise Kafka'nın Milena'ya olan aşkıydı. Etkileyiciydi. Güçlüydü. İnsanın Milena olası geliyordu. 


Bir kadın gerçekten bu kadar böyle sevilmiş diye şaşırıyorsun. Kıskanası. Sevilme duygusu.


Sonra da işte o güzel adamlar o güzel atlara binip gittiler deyip soğuk suyunu içiyorsun :))


Kafka hayranı iseniz ya da bu aşkı bilmek istiyorsanız okumanızı tavsiye ederim, onun dışında olmasa da olur.)


Keyifli günler



“Yorgunum. Tek istediğim, yüzümü kucağına koymak. Başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak.”



3 Aralık 2015 Perşembe

TOMRİS UYAR || YÜREKTE BUKAĞI


Kısa kısa öyküler… Hem kıvamlı hem doyurucu.


Ve merak edilen soru acaba Tomris Uyar Yürekte Bukağı derken, bu ifadeyi kullanırken kendinden ne kadar öteyi görebilmiş, hissedilmiş?

Bir kez daha Tomris Uyar'a saygıyla ! 
Muhakkak okuyun!
Okutunuz!


Birileri gidiyor, dönmüyordu; birileri ölüyor, bulunmuyordu.