21 Mayıs 2015 Perşembe

SLYVIA PLATH || SIRÇA FANUS


Sırça Fanus; Sylvia Plath'ın kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı ve takma isimle intiharından 1 ay önce yayımlanmıştır. 1963 yılında ilk kez yayımlanan Sırça Fanus, yazarın ölümünün ve kitabın yayımlanışının 50. yılında, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yeniden basıldı. 


Esther Greenwood New York'ta staj yapmakta olan bir üniversite öğrencisidir. Esther, hep parlak bir öğrenci iken "gerçek hayatın" içine girmek onun bazı şeyleri sorgulamasına yol açıyor. Ne istediğini tam olarak bilmediğini, nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilmediğini fark ediyor. Esther'in normal görünen hayatı, küçük detayları fark ettikçe, kendini tanıdıkça Plath'in deyimiyle "sırça bir fanusa" dönüşüyor. Kırılgan ve boğucu oluyor. Çevresindeki insanlar, arkadaşları ve erkeklerle olan ilişkileri de onu adeta tetikliyor. Ve bir kitap yazmaya karar veriyor. O kitap da işte kopuş noktası oluyor. 


İlk 100 sayfa sanki Amerikan romantik komedi filmi izliyor ya da pembe seriler vardır ya bridget jones'lar, şeytan marka giyer gibi kitap okuyor hissi yarattı bende. 100 sayfadan sonra hikayenin rotası değişiyor. Hikaye sürükleyici değil ama dil akıcı ve sade.


Eğer başıma bir şey gelmeyecekse, Sırça Fanus bana çok overrated geldi. Kitap, yazarın intiharının 1 ay öncesinden yazdığı ve o kopuşa giden süreci anlattığı açısından değerli ve okunmalı. 31 yaşında iki çocuğuna süt ve kurabiye verdikten sonra kafasını fırına sokarak intihar etmiştir. Kendi zamanının çok ötesinde olan Slyvia Plath'i tanımak ve anlamak için Sırça Fanus okunmalı ama inanın sırf o açıdan. 

Yalnız şu ana kadar okuduğum en anlamlı ve en güzel intihar mektubu idi. "Uzun bir yürüyüşe çıkıyorum..." 

Uyku problemi ya da hafif depresyonda olanların okumamasını tavsiye ederim.

Son söz de Kırmızı Kedi Yayınevi'ne. Kitabın ellinci yılında bu yeni baskıyı bize sunduğu için kendisine şahsen teşekkür ederim. İç tasarımı ve baskı kalitesi çok hoşuma gitti. Lakin kitabın kapak fotoğrafını beğenmedim. Ne Sylvia Plath'i ne de Esther'i yansıtmış. 

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Sabahattin Ali || İçimizdeki Şeytan


                           

Benim güzel Sabahattin Ali'm... Kalbimin içinde yeri hep ayrıdır. Her bir kitabını bırakın her bir cümlesi ayrı ayrı işler ruhuma. Anlatım dili, betimlemeleri öyle güzel ki okumalara doyamıyorum. Zaman dursun ve Sabahattin Ali'nin sözleri hiç bitmesin istiyorum.

İçimizdeki Şeytan; Sabahattin Ali'nin ilk romanı Kuyucaklı Yusuf ve üçüncü romanı Kürk Mantolu Madonna arasında yazdığı ikinci kitabıdır. Bana kalırsa; Sabahattin Ali'nin en önemli özelliği kitaplarında insanın iç dünyasına ayna olan psikolojik çözümlemelerin olması. Bunun nedeni belki de Sabahattin Ali'nin kendi hayatının çalkantılarla geçmesi ama yabana atılamayacak bir gerçek var ki; p da Sabahattin Ali, insanları ve insanların sahip olduğu karmaşık ruh hallerini çok iyi analiz ediyor, tanımlıyor ve anlatıyor. 

İyi temellendirilmiş karakterleri, gerçekçiliği, iyilikle kötülüğün, her türlü duygunun iç içe geçmişliği ile yarattığı olay örgüsü ve anlatım dilindeki sadeliği, akıcılığı ile çok başarılı bir roman.

Raif Efendi gibi unutulmaz karakterden sonra İçimizdeki Şeytan'da da yine unutulmayacak iki karakter ile çıkıyor karşımıza. 

Ömer; felsefe okuyan ve aynı zamanda dostlar alışverişte görsün tarzında postanede çalışan miskin genç bir adam, Macide ise Balıkesir'den İstanbul'a konservatuvar eğitimi almak için gelen ve Ömer ile ortak akrabalarında kalan genç bir kadın. Hikaye bu iki karakterin vapurdaki karşılaşmaları ve tanışmalarıyla başlıyor. 

Romanda birbirinden farklı iki karakterin birleşen hayatlarını ve birbirlerini tanıma, idare etme çabalarını okuyoruz. Aynı zamanda bir ailenin geçim sıkıntısı altında nasıl ezilebildiğini görüyoruz.

Ömer karşımıza sıkça çıkan biri hatta bizim de kendi içimizde barındırabileceğimiz birçok özelliğe sahip. Yeterli iradeyi gösteremeyen Ömer, yaptığı hataları için sürekli “İçimizdeki Şeytan”ı suçlar. Çevresindekilerin etkisi altına çokça girip iradeden yoksun, zayıf davranışlar sergiliyor. Macide ise benim bu zaman kadar romanlarda rastladığım en güçlü kadın karakterlerden biri. Kendini iyi tanıyan ve çevresine karşı içten içe savaş veren bir kişiliğe sahip. Macide her sayfada gözümde daha da büyüdü.

Burada belirtmeden geçemeyeceğim iki karakter daha var. Biri; Macide'nin müzik öğretmeni, kitaptaki saf iyiliğin, doğruluğun temsili Bedri var. 

Bir de, -bana kalırsa- aslında kitabın şahane bir özetini yapan Veznedar Hafız Hüsamettin bey... Kitaptaki ana karakterler arasında her ne kadar çok yer kaplamasa da kilit noktadaki rolü ve vurucu tespiti ile hikayeye imzasını atıyor.  “Sana teşekkür borçluyum evlat…Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin.”  Basit bir yolsuzluk ve onun devamında bu yolsuzlukla ilgili atılan adım, insan karakterinin ne kadar da çürümüş olduğunu gösteriyor.

Ben okurken gördüm ki; Sabahattin Ali'nin bütün karakterlerinin arkasında aslında kendisi var. Kendi şeytanını, kendi yalnızlığını, kendi hayatını, kendi güçsüzlüğünü, kendi kuvvetini anlatıyor. Kitaptaki karakterlerin ağzından o kendi deneyimlerini, düşüncelerini ve tespitlerini paylaşıyor. Okuyucuya sessiz bir çığlık atıyor belki de, kimbilir...

Kitabın belki de en iyi özelliği halen güncelliğini koruması ve bugünümüze de ışık tutması. İnsanın ruhundaki devinimler o kadar iyi aktarılmış ki 70 yıl öncesi ile şu an arasında hiçbir fark yok gibi geliyor insana. Sabahattin Ali; insanlığı bütün bir analize sokarak tutkularımızı, zaaflarımızı acı şekilde gözümüze sokuyor. Kitap, aydın geçinenleri, özellikle neyin ne olduğunu bilmeden ideolojilere nasıl körü körüne bağlanıldığı konularında da çok güzel yorumlar içeriyor. Bir de karakterlerin içlerine döndükleri ve özeleştiri yaptıkları monologları çok başarılı. Zaten Sabahattin Ali'nin en büyük başarısı insanların iç seslerini çok güzel dile getirmesidir. 

Söz konusu Sabahattin Ali olunca, kendimi susturamıyorum. Sizi şimdi birkaç altı çizilmelik cümle ile başbaşa bırakıyorum. 

Eğer derseniz ki ideal dünyalar, fantastik betimlemeler yapmasına gerek yok ben içime baktıran kitapları severim o zaman Sabahattin Ali okuyun, eğer biraz da meselesi olsun derseniz o zaman “İçimizdeki Şeytan” okuyun. Geç kalmadan bu efsane ile tanışın!

 “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.”

 "Günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hakim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim."

"İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır." 

“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması. İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey hakikatleri görmekten kaçmak ihtiyadı var…”


6 Mayıs 2015 Çarşamba

Turgut Uyar'ın Çocuklarıyız



Derviş Aydın Akkoç'un hazırladığı Turgut Uyar'ın Çocuklarıyız adlı kitapta çocukları Semiramis Uyar, Şeyda Uyar Dikmen, Tunga Uyar ve Turgut Uyar'la yaptığı söyleşiler yer alıyor. Turgut Uyar'ın hayatıyla ilgili çok şey öğrenebiliyoruz. Baba- çocuk ilişkilerini, aile yapısını, geçirdiği yılları.. 

Yarı biyografi yarı belgesel niteliğinde olan bu kitabı çocuklarından "baba" Turgut Uyar’ı dinlemek hem keyifli hem çok kıymetli.



20 yaşında baba olan Uyar, ilk eşinden olan üç çocuğunu memurluk yaptığı yerlerde büyütmüş. 1958'de askerlikten ayrılarak Türkiye Selüloz ve Kağıt Sanayisi'nin Ankara şubesinde çalışmaya başlamış. 1966 yılında eşinden ayrılıp İstanbul'a yerleştiğinde Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlıyor. Bu mektuplaşmalar 1969'da evlilikle sonuçlanıyor ve Tomris Uyar ile evliliklerinden bir erkek çocukları (Hayri Turgut Uyar) dünyaya geliyor.

Dört farklı evladının gözünden baba-çocuk ilişkilerini, yaşamlarını, hatıralarını dinlemek, bu sayede Uyar’ın yaşadığı farklı dönemlere de tanıklık etmek çok keyifli idi.

Kitapla ilgili fazla yorum yapmak istemiyorum ve sözü Turgut Uyar'ın çocuklarına bırakıyorum.

Semiramis Uyar

"İlhan Berk demişken, nedenini bilmiyorum ama hiç anlaşamazlardı babamla İlhan Berk"

"Babam Demokrat Parti hükümetine de kızıyordu ama orduya çok daha fazla kızıyordu. Orduya her zaman ve her durumda karşıydı, silahla topla tüfekle işi yoktu. Bazı şeyler masa başında halledilsin diye düşünüyordu."

Şeyda Uyar Dikmen

"On altı yaşındaydım ayrıldıklarında, bu ayrılığa hiç üzülmediğimi, hatta sevindiğimi hatırlıyorum"

Tunga Uyar

Şairin ilk oğlu Tunga Uyar’da ise durum biraz farklı. Kızların babalarıyla sevgi dolu anıları Tunga Uyar’da baba-oğul çatışmasına bırakmış. Baba sevgisi eksikliği çekmediğini ama bu sevgiyi tam olarak da yaşayamadığını ifade etmiş.

“‘Ben şu şiiri anlamıyorum,’ derdim, ‘oku o halde,’ derdi. ‘Okuyorum ama anlamıyorum, şurada ne demek istemiş olabilirsiniz, acaba şu anlamı mı kast ediyorsunuz?’ diye sorar; ‘orada onu demek istemedim,’ diye cevaplardı. İlginçtir, kendi şiiri söz konusu olduğunda babam hiçbir zaman ‘şunu demek istedim,’ demez, daha ziyade hep ‘onu demek istemedim,’ derdi. Sadece babamınkiler için değil, başka şairlerin şiirleri için de tartışırdık. Güzel ve verimli sohbetlerdi bunlar tabii. Şunu da söyleyeyim, babam şüphesiz iyi bir şairdi ama ben babamın şiirlerini ayrıntılı olarak bilmem.” 

"Edip amcayı hiç unutmuyorum, dalmıştı, öylece bakıyordu defin işlemine. Yanına yaklaştım, “Edip amca iyi misin?” diye sordum, “ben şimdi kendi cenazemi seyrediyorum,” demişti, rahat bıraktım."

Tunga Uyar'ın Edip Cansever'in ölümü ile ilgili anlattıkları beni şaşırttı. Pisi pisine ölüm bu olsa gerek.


"Evet, talihsiz bir ölüm Edip amcanınki. Bodrum’a yazlığa gitmişler, torunu vardı, Nuran’ın çocuğu, çocuğu kucağına almış, çocuğun elinde de bir tomar araba ve ev anahtarı var, Edip amcanın kafasına onla vurmuş, kanamaya başlamış, sen misin kanayan, durmuyor. Bodrum’da durduramamışlar kanı, İstanbul’a getirmişler. Beyin kanamasından değil kan kaybından öldü Edip amca. İlginç gelecek diyebilirim


Hayri Turgut Uyar


“Babamların çevresinin çok etkileyici bulduğum bir diğer tarafı da, birbirlerini yeri geldiğinde acımasızca eleştirmeleri olmuştur. Birbirlerine şiirlerini gösteriyorlardı, Edip amca bir şiir yazmış ve babama gösteriyor, ya da babam bir şiir yazmış ve Edip amcaya gösteriyor. Yaptıkları eleştiriler inanılmaz sert olabiliyordu, hiçbir şekilde incitmek için değil, profesyonel görüşlerini söylüyorlardı. Birkaç kez tanık olmuştum, kimse kolay kolay bu eleştirileri duymak istemez. Ne var ki, eleştirilere hiçbir surette kırılmıyorlardı, müthiş bir şey bu. Çok iyi arkadaşlar, çok iyi şairler ama birbirlerinin şiirlerini değerlendirdiklerinde birbirlerini yerden yere vurabiliyorlar. Söylenenlerin iyi niyetle söylendiğini biliyorlardı. Hep kötüyü eleştirmiyorlar, güzeli de açıklıyorlardı. Edip amca babama bir şiirini gösterdiğinde, babam güzel olmuş deyip geçmiyor, güzeli uzun uzun açıklıyordu.” 




Turgut Uyar'ın Çocuklarıyız isimli inceleme kitabı ile bir daha keşfettiğimiz şair ama insan... Turgut Uyar elbette dizelerden fazlasıydı. Kendini belki pek anlatmaz, içine kapanık diye tasvir ediliyordu ama o zaten şiirin içine şiirle gizleniyordu. Bu kitap herkesin kütüphanesinde bulunmalı.
Arada kaynamasın, atlanmasın. Değer verilsin. Alınıp okunsun. İçinde fersah fersah gezin, sayfalarında kaybolun.