21 Şubat 2015 Cumartesi

Bu sabah uyandım



Bu sabah uyandım.. 

Her sabah gibi bugün de kendime kahvaltı hazırladım... 

Biraz müzik dinledim, martıları izledim, sokağa çıktım.. 

Gofret'i gezdirdim, güneşi içime çektim.. Nefes alıyordum ve hala devam ediyordum... 

Kocaman bu hayatı yalnız yaşıyordum ve mutluydum.. 

Mutluyum.. 

Bir kez daha çok şükür dedim..

Bahçedeki kedilere mama verdim, onların karnını doyurdum, onları mutlu ettim.. Kendimi daha iyi hissettim.. 

Sonra eve geldik.. 

Bir bardak soğuk su içtim, biraz twittera baktım, içim daraldı, kapadım.. 

Kahvemi henüz içmedim.. 

Böyle güzel bir havada evde tek başına oturulup kitap mı okunur Sevgili?.. 

Sensiz olmaz.. 

Allah, diyorum.. 

Her şeyi gören, bilen, duyan, işiten, anlayan.. 

Allah sevgi versin.. 

Seni bana versin.. 

Beni görsün, duysun, anlayan, hisseden, işiten olsun.. 

Dualarımı kabul etsin.. 

20 Şubat 2015 Cuma

Barış Bıçakçı || Bizim Büyük Çaresizliğimiz



"Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"

diye başlar ve devam eder...

Dışarıdan bakıldığında iki can dostun aynı kadına aşık olması olarak görülebilir ama bu anca sığ beyinlerin algılayabiliceği bir şey olabilir. Oysa kayıp giden çocukluğa yakılan bir ağıt Bizim Büyük Çaresizliğimiz.. 

Ender’le Çetin lise yıllarından beri arkadaş. Konuşmaya “Hatırlar mısın” diye başlayanlardan... Dünyaya karşı sırt sırta vermişler. 

İçlerinde bir yerlerde hep çocuk kalmış iki adamın dostluğunu okuyorsunuz. Hem de içlerinden birinin ağzından dinliyorsunuz, diğerine hitap ederek anlatıyor. Öyle ki; sanki bana ait olmayan bir mektubu okuyormuşum gibi hissettim. 

Yavaş yavaş ama keyifle akan bir kitap... Öyle ki; okurken insan her kelimeyi sindirmek istiyor, yavaş yavaş, hiç bitmemesini dileyerek.. Bir sonu yok ya da neler olacağı en başından belli fakat öyle büyülü bir anlatımı var ki kitapla beraber siz de bir yolculuğa çıkıyorsunuz... Ankara, kar, dostluk, vefa, içinden geçen şarkılar, sokaklar da büyüleyici... 

Onların çaresizliği artık çocuk olamamalarıydı. Kayıp giden çocukluğa yakılan bir ağıttı.

“Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.” 

O kadar çok altı çizilesi cümle var ki hangisini buraya yazayım, bilemedim..
 
Kitabın detaylı verilecek bir özeti olmadığından kısaca anlatacağım şeyler bu kadar... Ama zannederim yine kitaptan bir alıntı yaparak kitabın bende bıraktığı hissi sizinle paylaşayım..

"Her şey gerçekten o kadar güzel miydi Ender, yoksa sen mi güzel anlatıyorsun?"

Evet, her şey gerçekten o kadar güzel miydi yoksa Barış Bıçakçı sen mi bu kadar güzel anlatmıştın?

Tanışılması gereken bir yazar Barış Bıçakçı ile muhakkak tanışın ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i okuyun!



"Küçük bir çocukken birdenbire, ilaçların plastik bir margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun. Kendin için, çocukların için, ülken için güzel şeyler ümit ederken, seni biçimlendiren şeyin güzel bir gelecek hayali olduğunu düşünürken, birdenbire kaderinin, güne ayak uyduramamak, gençliğini, geçmişini özlemek ve hızla dönen dünya tarafından hep kenara savrulmak olduğunu görüyorsun.”

“Basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca anlıyorum ki aşık olmuşum.”

18 Şubat 2015 Çarşamba

Zülfü Livaneli || Kardeşimin Hikayesi

                                   


"İnsanların duyguları olmasaydı her şey ne kadar kolaylaşırdı"

Baş karakterimiz Ahmet Arslan emekli bir mühendis olarak, Karadeniz'in Podima adlı bir kasabaya yerleşmiştir. Bir ev satın alır ve içini kitaplarla donatır. Sakin bir balıkçı köyünde Arzu Kahraman adlı evli bir kadının öldürülmesiyle başlar her şey... Bir yanda haber yapmak için Ahmet'le görüşen meraklı gazeteci bir kızın hikayesi, diğer yanda cinayetin kasabalılardaki yansımalarını gösteren diğer minik hikayeler birlikte anlatılmaktadır. Ama asıl bunların ötesinde ise altta başka bir hikaye daha vardır ki;  işte o da Kardeşimin Hikayesi’dir…

Kurguyla gerçeğin iç içe girdiği, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye bir roman Kardeşimin Hikayesi...

Livaneli, kolay okunabilen ve merak uyandıran bir eser kaleme almayı başarmış. Basit bir yaşam hikayesinden yola çıkarak, bunu başka alt hikayelerle örmüş ve hiç beklenmedik bir sonla da romanı gayet iyi kotarmış. Finali ile okuyucuyu ters köşeye yatırıyor.

Kurgusu Son Ada gibi yine şahane  ama anlatım için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Baş karakter Ahmet kitap okuyor, köpeğini gezdiriyor, çay içiyor ve az sayıda insanla diyalog kuruyor. Yani benzer eylemlerin tekrar edilmesi okurda biraz uzatılmışlık hissi uyandırıyor. Aynı anlama gelen ve birbirini tekrar eden cümleler beni yordu. Gereksiz ayrıntılar ve konu sapmaları vardı. Bunun yanı sıra tüm bu sıradan yaşamın içindense psikolojik ve felsefik göndermeler çıktığını da belirtmek gerek. 

Ayrıca okurken Arzu'yu kimin öldürdüğünü hiç merak etmedim. Sanki o ayrı bir kitap gibiydi. Çok alakasız buldum Mehmet'in hikayesiyle Arzu'nun ölümünü. 

Arzu'nun ölümüne değinmişken söylemeden geçemeyeceğim.. 
Henüz kimlik numarası uygulamasının olmadığı yıllarda ölen birinin kimliğini kullanıyorsunuz diyelim. O kişi kayıtlara ölü olarak geçmiş. Ölüm yılı ve mezar yeri bile belli. Yanlış hatırlamıyorsam 1999 yılında kimlik numarası uygulaması başladı. E tabi o kimlikle gidip kimlik numarası almak isteseniz zaten o kişi kayıtlarda ölü göründüğü için bu kimliği nasıl kullanıyorsunuz diyecekler size. Alamazsınız yani. İşte herkesin kimliğinin üzerinde TC kimlik numarası olan bir dönemde sizin kimliğinizde kimlik numarası yok. Olmadığı gibi bir de onunla gidip savcılıkta ifade veriyorsunuz! Hem de hiç bir problemle karşılaşmadan.. Olabilir mi sizce? -) Bence olamaz.. Bana kalırsa kitabın önemli kurgu hatalarından. Keşke yazar bu kısmı farklı türlü bağlasaydı.

Vakit kaybıydı diyemem ama kesinlikle bir Serenad değildi!


Gördüğünüz gibi her şey bir hikâyedir” dedim, “ve nereye kadar gerçek olduğunu bilmemize imkân yoktur

13 Şubat 2015 Cuma

Debbie MACOMBER || Bir Dilekle Başladı Her Şey



Yine yeniden bir kitapla karşınızdayım sevgili izleyiciler..  Debbie Macomber'ın romanları kelimenin tam anlamıyla nefes almak gibi, biraz soluklanmak gibi.. Ardı ardına okuduğum beynimi dolduran, sorgulatan romanlara küçücük bir ara verdim ve kitabı okumaya başladım..

Kitapları tüm dünyada 150 milyondan fazla satan Debbie Macomber, Bir Dilekle Başladı Her Şey kitabıyla okura "senin dilek listende neler var?” diye soruyor.
Listenizde en az yirmi dilek olsun. Hep yapmak istediğiniz ve bir sürü saçma nedenden dolayı ertelediğiniz, gerçekleştirmediğiniz yirmi dilek. Neden mi yirmi? Bilmiyorum valla, Macomber öyle uygun görmüş. 
Ve bir şeyi dilemenin aslında sürüp giden hayatı değiştirmenin ilk ve tılsımlı adımı olduğunu anlatmış okuruna. 

Macomber’in kitapları zaten hep böyle değil mi? Sıcak aile ve arkadaşlık hikayeleri anlatarak, umudu hep canlı tutmak... Bir Dilekle Başladı Her Şey" kitabı da aynı duygularla örülmüş.

Hikayemiz eşlerini kaybetmiş dört kadının Sevgililer Günü'nü yalnız geçirmemek için biraraya gelmesiyle başlar. Yeniden başlamanın hayalini bile kuramayacak kadar yorgun ve umutsuz olan bu dört kadın bir liste yapmaya karar verirler. Herkesin kendine ait yirmi dileklik bir listesi olacak ve bunları gerçekleştirmeye çalışacaklar. Kağıt üzerindeki dilekler insanın kendine dair farkındalığını arttırıp gerçekleştirmelerine bir adım daha yaklaştırıyor. 

Dilekler, içtenlikle istenince gerçekleşen hayallerdir... 

Canınız sıkkınken yada umut ararken hayatta ki mucizelerin bizim için olduğunu ve her an bir mucizenin bizi sarabileceğini hatırlatıyor..

Bir günde okuyup bitirdiğim Bir Dilekle Başladı Herşey'i herkesin okumasını tavsiye ediyorum.. Ve herkes 20 dileklik listesini oluşturmaya başlasın! Erteleme, yap hayat felsefemiz olsun.. İçtenlikle istediğimiz zaman belki de tüm dileklerimiz gerçekleşir..

Keyifli Okumalar!


   

9 Şubat 2015 Pazartesi

Sarah Jio || Yağmur Sonrası


Sarah Jio'nun anlattığı hikayeler ülkemizde kısa sürede çok sevildi ve yazar sadece Türkiye'de değil tüm dünyada geniş bir hayran kitlesine ulaştı. Daha önce paylaştığım Mart Menekşeleri ve Böğürtlen Kışı'ndan sonra şimdi sırada Yağmur Sonrası var...

Biz okuyucuları için Sarah Jio'nun tarzı artık çok tanıdık. Nasıl mı? Şöyle ki; romanlarında mutlaka geçmişle geleceği harmanlayan bir hikaye yer alıyor. Her romanında araştırmacı bir kadın karakter, birbirine yıllarca kavuşamayan hepimizi kıskandıran ölümsüz bir aşk oluyor. Eninde sonunda roman kahramanlarının birbirleriyle şaşırtıcı bağlantıları, ki biz buna tesadüf diyoruz, ortaya çıkıyor ve her daim mutlu sonla bitiyor.


 "Gerçek aşk söz konusu olduğunda hiçbir şey karmaşık değildir." 


Anne Calloway, 1942 yılında genç, güzel, nişanlı bir kadındır. Nişanlısı Gerald'ın kendisi için doğru insan olduğunu düşünmektedir. Her ne kadar her şey yolunda hatta kusursuz görünse de ilişkilerinde hep bir eksiklik olduğunu hissetmektedir. Tutku...

Anne, en yakın arkadaşı Kitty ile birlikte İkinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü hemşirelik yapmak için Pasifikler’deki Bora Bora Adası’na gider. Ve orada hiç hesap etmediği bir durumla karşılaşır.. Aşk.. Asker Westry Green’e karşı koyamaz ve tutkulu bir aşk yaşamaya başlarlar.  Bir gün sahilde keşfettikleri bungalov ise sevgilerini paylaştıkları gizli bir yuva olur. 

Yağmur sonrası 1940'larda geçen aşk, arkadaşlık, ihanet, bağlılık ve tercihler üzerine yazılmış bir roman. 

Yaşananlar her ne kadar dokunaklı olsa da aslında her şey herkesin kendi tercihiydi. 

Küçük bir spoiler; Kitty'e sinir olacaksınız!


Kitabı elinize alıyorsunuz ve içindeki öyküyle beraber kısa bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Sizi dinlendirecek bir kitap arıyorsanız ya da aylık kitap okuma kotanızı tutturmak istiyorsanız Yağmur Sonrası’nı öneririm.. 

Lakin ben yazarın artık yeni bir tarz yaratmasını gerektiğini düşünüyorum. Tesadüf olmadan bir hikaye kurgulamasını yaratmasını umuyorum...

Keyifli Okumalar !