20 Ağustos 2014 Çarşamba

Yaprak Öz || Berlinli Apartmanı


Tatil dönüşü ertesi günü bir Pazartesi ve  yeni bir haftaya başlamak... Zor olabilirdi belki ama kendim için kolaylaştırdım.. Özlediğim İstanbul sokaklarında taktım kulaklığımı yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.. Malum rüzgarla karşılaşmıştı İstanbul beni.. 
Düşündükçe yürüdüm, yürüdükçe düşündüm.. 
Tazelendim, yenilendim...
Sonra attım kendimi güzel bir cafeye..
"Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var..." diyen üstat Cemal Süreya gibi kendime güzel hafif bir kahvaltı söyledim...
Ve çantamdan kitabımı çıkardım, okumaya başladım...


Yaprak Öz'ün ilk romanı olan Berlinli Apartmanı, daha ilk sayfalarında beni kendine bağladı ve yaklaşık üç saat içinde kitabı bitirdim!

Kitap sade bir dille yazılmış.. Akıcı ve etkili.. Kısa ve net cümleler kullanılmış..

Berlinli Apartmanı, 1970'lerde Kadıköy'de inşa edilmiş ve yedi dairesinde yaşayan sakinleri ile tam bir İstanbul özeti. 


Ana karakter Oya'nın bu apartmana taşınmasıyla başlayan roman, ilk 70-80 sayfa boyunca karakterleri tek tek tanıyoruz ve bizi bekleyen gerilimin ipuçlarını yavaş yavaş görmeye başlıyoruz. 


Oya 30 yaşında bir çevirmen ve abisinin yardımıyla Berlinli apartmanından bir daire satın alıyor. Artık kendine ait bir evi var! 

Yazar; kendine ait evi olmasını bayıldığım şu cümle ile ifade ediyor. "Duvarlara istediğim gibi çivi çakabilme özgürlüğüne kavuştum" 

Oya büyük bir heves ve mutlulukla yedi daireli bu apartmana taşınıyor. 

Yerleştikten sonra komşularıyla tanışmaya başlıyor. İstanbul'un aksine Berlinli Apartmanında komşuluk ilişkileri halen devam etmektedir.

Gezmeyi seven neşeli yan komşusu Elif, oğlu Rauf ile birlikte yaşayan kedisever Ahsen Hanım, ruhu genç kalmış üst kat komşusu Faruka Hanım, daireyi ofis olarak kullanan Barbaros ve Kaan, emekli doktor olan apartman yöneticisi ve pırlanta kardeşler diye çağrılan Natalie ve Matild ile Oya yeni hayatından gayet mutludur.

Herşey böyle güzel giderken, yan komşusu Elif'in erkek arkadaşı dövmeci dükkanında ölü bulunmasıyla olaylar yavaş yavaş başlamaya başlar. 

Oya artık tıpkı çevirdiği cinayet romanlarındaki gibi gizemli olayların içinde bulur kendini ve bunları nasıl çözümleyeceğini bilememektedir.

Berlinli Apartmanı’ndan içeri adım attığınız andan itibaren ilginç insanlarla tanışacak, esrarengiz olayların ortasında bulacaksınız kendinizi...

Olayların tırmandığı sayfalardan itibaren gerilimin dozu yüksek, hatta inanmadığım kavramlarla(!) ilgili anlatılanlar beni bile ürpertti. 


Kitapta bir korku/polisiye romanında, filminde olabilecek her şey var. Bebekler, ters yazılmış Arapça yazılar, cinler, kediler gibi insanı derinden sarsan ayrıntıların hepsi mevcut ve inanılmaz akıcı bir dile sahipti. Hem ürperdim, (tamam bazen de korktum) hem de elimden bırakamadım.


Kitabın arka kapağında her ne kadar "Türk usulü bir Agatha Christie hikayesi" yazsa da Berlinli Apartmanı; Agatha Christie romanlarından oldukça farklı buldum. (Agatha Christie'nin nerdeyse tüm kitaplarını okumuş biri olarak) 


Berlinli Apartmanında tüm karakterler ve mekan detaylandırılmış olarak okuyucuya sunuluyor. Apartmandaki kişiler ve anlatılan komşuluk ilişkileri her birimizin, hiç olmazsa, bir dönem yaşadığı apartmana o kadar benziyor ki hiç yabancılık hissettirmiyor. Benzerlik, samimiyet ve akıcı bir dille kitabın daha ilk sayfalarında sizi içine almayı beceriyor.


Ayrıca yazarın aralara serpiştirdiği Harry Potter, Agatha Christie, CSI, Grease gibi "tanıdıklar" beni daha da keyiflendirdi.


Sonuç olarak, tanıdık bir çevrede anlatılan bu hikayeyi ben çok sevdim. Samimi ve akıcı buldum. Sonucu merak ediyor ve bitirmeden inanın elinizden bırakamıyorsunuz.


Okuyacaklara tavsiye; gündüz açık havada okumanızı öneririm, tamam açık hava şart değil ama gündüz olsun. Gece evde tek başına okunacak bir kitap değil. İnanın değil, kesin bilgi.

 


18 Ağustos 2014 Pazartesi

Rakı Balık Ayvalık 2 - Cunda


         


Rakı Balık Ayvalık olayının hayat bulduğu en güzel yeri kuşkusuz Cunda adasıdır. 


"Mavi huydur bende" diyen Edip Cansever gibi mavinin her tonunu içinde barındıran pırıl pırıl bir deniz ve tüm ışığını coşkuyla sunan bir güneş ile seyretmeye doyamayacağınız bir ada Cunda...


Ayvalık'ta yer alan 22 adanın içinde yerleşime açık tek ada Cunda'dır. Ege Denizi'nin Gökçeada, Bozcaada, Uzunada'dan sonra 4. büyük adasıdır. Adanın nüfusunun çoğunluğu Girit ve Midilli'den göç edenler oluşturmaktadır. Mübadeleden sonra adı Alibey adası olarak değişmiş fakat herkes Cunda diye bahsediyor.


Cunda adasının karaya bağlantısı iki ayrı köprü ile sağlanmaktadır. Türkiye'nin ilk boğaz köprüsü olma özelliğini de taşıyan köprü 1964 yılında inşa edilmiş Lale ve Cunda adalarını birleştirmektedir. Lale Adası ise 1817 yılında denizin doldurulmasıyla yapılan bir köprü ile karaya bağlanmış.


Zannederim bu kadar tarih bilgisi hepimize yeter...


Şimdi kısa bir Cunda turuna çıkalım...


Cunda merkezi avuç içi kadar bir yer... 


       


Daracık sokakları, gelişigüzel sıralanmış Arnavut kaldırımları ve kimi restore edilmiş kimi ise dokunulmamış eski Rum evleri ile insanı adeta dün ile bugün arasında keyifli bir yolculuğa çıkarıyor. Adada ilk dikkat çeken şey işte bu güzelim Rum evleri... Her biri ayrı bir tarih ayrı bir hikaye barındırıyor.


       


Benim kaldığım yer de 1903 yılında yapılmış, -yukarıda gördüğünüz- eski bir Rum evi idi. Üç katlı bir ev.. İsmi Hayat Altı Konuk Evi...


Hiçbir lüksü yok.. Hergün çarşaflarınız değişmiyor, 100 çeşit açık büfe çeşidi yok çünkü açık büfe yok, herşey dahil değil yani... Denize sıfır değil... 


Ama merkezde... Ayvalık merkeze 5 dakika yürüme mesafesinde... Solunda Sarımsaklı sağında Cunda kalıyor, ikisine de eşit mesafede.. 

Püfür püfür esen bir terası var.. Cunda manzaralı.. Tek tek yıldızları sayabileceğin..

Minik bir bahçesi var...

Tarihi bir sokağı var... 

Benim gibi alışık olmayanlar için ilk başta dikkati çeken sonra alıştığın ahşap gıcırtısı var...

Sessizlik var sakinlik var... En önemlisi huzur var...

Haa bir de Pakize var... Kedileri... Sevmeyenler için dert değil çok fazla evde takılmıyor...

4 yıldır işletmeciliğini Fatih Bey yapıyor... Ilgili, saygılı, kibar biri.. 

Otelde değil de evinizde kalıyormuşunuz gibi... 


Eğer Ayvalık'a gidecekseniz tavsiyemdir Hayat Altı Konuk Evi'ne konuk olun...


      


Adada 7 tane kilise ve 8 tane manastır bulunmaktadır. İçlerinde en bilinen olanı Taksiyarhis Kilisesi'dir. Kilise duvarında yer alan kitabeden anlaşıldığı üzere 1844 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır. Adada en çok ziyaret edilen yerlerin başında gelen Taksiyarhis Kilisesi, Rumların yaşadığı dönemde merkezi kilise imiş. Ayrıca kilisenin çanı; 2.Dünya Savaşı yaklaşırken 1936'da yerinden çıkartılarak savaş halinde halka haber verilmesi için Ayvalık Kurşun Tepesine getirilmiş. Bu çan şimdi Bergama Müzesi'nde sergilenmekteymiş. Hiçbir tarihi eserimize sahip çıkamıyoruz.


Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı'nın üstlendiği 2 senelik restorasyon sonunda kilise müze haline getirilmiş.


Bir kilise düşünün... Müzeye dönüştürülmüş... Çocukluğunuza dair ne varsa size hatırlatan.. Tarihi bisikletler, klasik otomobiller, teneke oyuncaklar, saatlerce bazı önemli yapıların maketleri gibi çok sayıda farklı eser bulunuyor. 


                               

Taş Kahve, Cunda'nın simgelerinden biri.. Günün her saati kalabalık olan mekanın sakızlı Türk kahvesini ya da dibek kahvesini içmeden eve dönmek olmaz.

       

Cunda'da her türlü balığı bulmak mümkün ama buraya özgü illa bir şeyler tadmak istiyorsanız o zaman Cunda'ya özgü papalina balığının tadına bakın... Görüntüsü her ne kadar hamsiye benzese de tadı ondan daha güzel... İncecik bir kılçığı var ama yerken hissetmiyorsunuz. İnanın ben bile hissetmemişsem kimse hissetmez. Hafif ve çok lezzetli.. Önerebileceğim balık restoranları Papalina Restaurant ve Bay Nihat'tır. Taptaze deniz ürünleri, zeytinyağları ve şahane günbatımı eşliğinde akşam yemekleri için ideal...

            
 

Ve işte benim Cunda'da en sevdiğim sokak ve en sevdiğim iki mekan... Karadeniz Pastanesi ve Vino Şarap Evi... Ikisi de nasıl güzel, muhakkak girmelisiniz...

                                 
Böyle mavi panjurları olan, renkli minderleri olan, rengarenk şemsiyelerle süslü şirin mi şirin bir yer... Daha sokağa adımınızı atar atmaz insanın içini atan canlılıkta, renklilikte bir yer.. Herkesin elinde bir telefon ya da fotoğraf makinası durmadan fotoğraf çekiyor... Burada neyin mi tadına bakacaksınız? Sakızlı kurabiye -)


Ve bir diğer bayıldığım mekan Vino Şarap Evi... Yeşil panjurlar ve kırmızı sandalyeler.. Akşamları Cunda'nın o güzel esen rüzgarında bir kadeh şarabını içeriler ya da sakızlı likörünü deneyebilirsiniz..

                        

Tekne turları Ayvalık merkezden 11-12 arası kalkıyor... 5 koy geziyor.. Ayvalık'a ve diğer 22 adaya dair tüm tarihi bilgileri veriyorlar.. Animasyonlar var, yarışmalar var, öğlen yemeği taze papalina balığı ve bol salata.. Herşey sen öte şu şahane sularda yüzüyorsunuz....

      
                       
 
Daracık daracık sokakları var... Arnavut kaldırımı yolları var... Biraz zayıf da olsalar çok sevimli kedileri var..
                       

Ve dillere destan Cunda'da gün batımı... Böyle bir gün batımını başka nerede bulabilirsiniz? 

  
                        

Evleri, okulları, zeytinyağı fabrikaları, sabunhaneleri, kiliseleri, rengarenk balıkçı tekneleri, manastırları, birbirine yaslanmış tarihi Rum evleri ile Cunda adeta açık hava müzesi gibi...

Burada hayat sakin... Kimsenin bir acelesi yok... Insanları sıcak, hep güleryüzlü... Sinirli kimse yok.. Kimse hırslı değil... Kimse yüksek sesle konuşmuyor... Ama herkes mutlu.. Herkes saygılı... Hayatı kolaylaştıran yanları var.. 

Burada dolmuşlar İstanbul'daki gibi dolunca kalkmıyor ya da durup yolcu beklemiyor.. "Ücretlerimizi yollayalım" diye kimse bağırmıyor.. Parayı uzattığında hep "teşekkür ederim" diyorlar.. Kibarlar, saygılılar ve sakinler.. Ve hepsi mutlu.. 

Buranın sokakları egzost değil sakız kokuyor, bir de deniz... 

Öyle bir büyüsü var ki; seni de içine alıp sarmalıyor... 

Öyle bir bağlıyor ki seni; hayatındaki herşeyi tereddütsüz arkanda bırakabilecekmişin gibi bir duyguya kapılıyorsun... 

Ruhun dinlenmiş, zihnin boşalmış, hani bazen içinden çıkamazsın ya hayatın işte o hayatın aslında bambaşka birşey olduğunu hatırlatıyor Cunda sana...

Her mevsim gelinebilenecek, tadını çıkarabileceğin bir yer Cunda...



Hamiş 1: yazı karakteri başta başka sonra değişmiş... Nasıl değişmiş bende anlamadım, denedim ama düzeltemedim de.
Hamiş 2: hayat altı konuk evi'ne ait fotoğraf onların web sitelerinden aldım, geri kalanlar iPhone 5s ile çekilmiştir.. Bazılarında filtre kullandım.

15 Ağustos 2014 Cuma

Evrenden Torpilim Var


Tatildeyiz diye ne kitap okumayı bıraktım ne yazmayı.. 

Gölgede istakoz olabilmeyi başarabilen heralde tek insan evladı olarak bugün mecburiyetten odada dinleniyorum.. Yazmak isteyip de ertelediğim 1-2 yazıyı yazmayı ve kitabımı okumayı hedefliyorum.. 

Ve gelsin, yeni kitap yazısı...

Evrenden Torpilim Var 

Çok eğlenceli bir dille anlatılmış, çok samimi bir Aykut Oğut kitabı.. Açıkçası ben, sanırım birçok insan da, arka kapak yazısına vurulurak kitabı aldım. Ne mi yazıyor arka kapakta; şöyle ki:

"Siz hiç 150 kilo oldunuz mu? Sizin hiç yabancı bir ülkede bavulunuzu kaybettiğiniz, sabahları mısır gevreğine bira döküp hayatta kalırken günlerce tek kelime bile konuşmadığınız, dayak yedikten sonra girdiğiniz komadan bir gözünüzü kaybetmiş olarak çıkıp tekrar parklara döndüğünüz, annenizi kaybettikten sonra hapiste yatarken babanızı kaybettiğiniz oldu mu? 
Benim oldu. 

Peki ya sonra o yabancı ülkenin dilinde şakır şakır konuşup hatta seslendirme yönetmenliği bile yaptığınız, o ülkedeki filmlerde başrol oynadığınız, 70 kilo verip filinta gibi olduğunuz, yeni ve mutlu bir hayat kurduğunuz, elinizi attığınız her işi altın yumurtlayan tavuğa çevirdiğiniz, her saniyenizi gülümseyerek geçirdiğiniz, hayatta istediğiniz her şeyi elde etmeye başladığınız oldu mu? Benim oldu. 
Nasıl mı? 
Gelin anlatayım…"



Böyle etkileyici bir arka kapak yazısı hangimizi cezbetmez ki?

Son dönemde üst üste yaşadıklarımdan dolayı bu aralar tam da böyle bir kitaba ihtiyacım vardı. O hevesle 48 saati bulmadan bitirdim ve iyi ki okumuşum diyorum.

Bir şeyleri değiştirmek isteyenler ve nereden başlayacağını bilmeyenler için bu kitap büyük yardım sağlıyor özellikle yazım dili, anlatılmak istenenler o kadar basit, akıcı ve net ki; kitaba başlayınca kitabı bitirmekten başka hiçbir şey düşünemez oluyorsunuz.

Yazar, kendi gerçekliğini samimi bir şekilde dile getirmesiyle, "yaşadıklarımız yarattıklarımızdır" derken kullandığı keyifli uslubuyla, bana okurken tadı damağımda tatlar bırakan, hem gülümseten  hem düşündürtten bir kitap oldu...

The Secret ile aynı yasayı anlatıyor olmasına rağmen, Secret'tan farkı, bu yasayı uygulanış şeklini daha anlaşılır, kendinden örneklerle vermesidir.

Secret'ta kurallar ve uygulamanız gerekenler vardır.. Eğer bu iyi şeyler, bu örneklerdeki gibi başına gelsin istiyorsan, bunu bunu bunu yapı der.

Aykut Oğut'un kitabında ise; kural budur ve eğer uygularsan başına gelecek iyi şey budur ancak diye devam eder, senin o kuralı hayatına uygulayabilmen için önce zihniyetini ve çocukluktan getirdiğin saçma sapan içselleşmiş inanışlarını, izlerini bir kenara atmalısın der. Bunu da samimi bir Türkçe ve hafif argo örnekler ile tamamlar. Işte bu da okuyucuyu sarıyor, çünkü örnekler New Jersey Jenny'nin değil, Aykut Oğut'un yaşadıklarıdır. 

Onun hikayesinin de bir kısmı başarısızlıklar, beceriksizlikler ve kaybedişlerle dolu ama sonrasında değiştiriyor ve başarıyor.. Kaybeden'den kazanan'a geçiyor..

Kitabın yazım dili, anlayış şekli gerçekten başarılı, ister istemez bir bağ kuruyorsunuz. 

Hayatımda hiçbir kişisel gelişim kitabını böyle tebessüm ile hatta zaman zaman bildiğiniz kahkaha atarak okumamıştım.

Ne olursa olsun okunması vakit kaybı sayılmayacak ve mutlaka bir şeyler katacak bir kitap olmuş..

Kimileri bu tarz kitapları kayıp olarak görür ama asla kayıp falan değil, zamanınıza zaman katan bir kitap..

 


14 Ağustos 2014 Perşembe

Rakı Balık Ayvalık -)



Ülke gündemi mi desek, Fenerbahçe gündemi mi desek, kendi gündemim mi desek... Üçünü topla, çarp eşitle hepsinden kaçtım, attım kendimi Ege'ye..

Geldim,  Ege'nin küçük tatil beldesi Ayvalık'a.. 


Şimdi normalde burada Ayvalık'ı çevreleyen kuş bakışı bir fotoğraf olmalı lakin ben bir fotoğrafçı olmadığım ve profesyonel bir makinam olmadığım için bu fotoğraf ile idare edeceksiniz.. İphone 5s ile bu kadar oluyor...

Ayvalık; görülmesi gereken yerlerin çeşitliliği, etkileyici atmosferi, sahil şeridinin uzunluğu, denizinin güzelliği ve taş evlerle dolu sokakları ile cazip bir tatil beldesi haline gelmiş.


Kimine göre geniş kimine göre dağınık (bana göre dağınık) bir alana yayılan Ayvalık, birçok koy, ada ve yarımadalardan oluşur. Şehir merkezinin dışında bir ucunda Cunda Adası diğer ucunda Sarımsaklı bulunuyor. 

Sizi baymadan kısa bir tarihçesinden bahsedeyim... Ayvalık; ilkçağda sırayla Misya, Hitit, Frig, Lidya, Ortaçağda Roma ve Yunan, 15. yüzyıldan itibaren de Türk egemenliğine girmiştir. Antik çağda yabani ayva anlamına gelen kentin "KİDONİA" olan adı bugünkü "AYVALIK" adıyla eşanlamlıdır.

Kentte yaşayan Rumlar'ın 1821 Yunan Ayaklanmasına katılmasıyla ilçenin büyük bir kısmı boşaltılmış, daha sonra dönmelerine izin verilmekle beraber kentin eski canlılığına kavuşması mümkün olmamış. 29 Mayıs 1919'da Yunan kuvvetleri tarafından İngilizlerin desteğiyle işgal edilen Ayvalık'ta Kurtuluş Savaşı'mızın Ayvalık Cephesini kuran Yarbay Ali Bey düşmana ilk kurşunu sıkmıştır. Lozan Antlaşmasına göre kentte yaşayan Rumlar Yunanistan'a göç etmiş, yerlerine Midilli, Girit, Makedonya'dan gelen Türkler yerleştirilmiştir.

Bu kadar tarih bilgisi sanırım hepimize yeter.. 

Ayvalık'ta ilk gün ki duraklarım... 

Sarımsaklı Plajı ve Şeytan Sofrası...

Sarımsaklı...

Ülkenin en eski kumsallarından biri olan Sarımsaklı adını bölgedeki sarımsaklı taş ocaklarından almış. Plajda konuştuğum oranın yerlisi olan bir amcanın dediğine göre; toplam uzunluğu kesintisiz 5km olan plajın Türkiye'de bir benzeri yokmuş... Hakikaten bir baştan bir başa.. İçinde birbirinin benzeri tam 22 plaj bulunuyor. 

Kumu; Türkiye'nin değil dünyanın en mükemmel kumu özelliklerini taşıdığı için Dünya Sağlık Örgütü tarafından belgelenmiş. 

Denize gelirsek...



İşte bu gördüğünüz pırıl pırıl deniz Sarımsaklı'nın denizi...-)) Denize girerken istersen kilometrelerce gitsen bile boyunu geçmeyen ancak zaman zaman derinleşen ama genelde hep dizinde kalan bir deniz.. Ayvalık'a uğrayacaksanız muhakkak Sarımsaklı'da denize girin derim ben...

İkinci durağım Şeytan Sofrası...


Görür görmez ilk dediğim; dedikleri kadar varmış... -))) Önce kısa bir bilgi sonra fotoğraflar...

Sönmüş bir volkandan arda kalan lav birikintileriyle oluşmuş tepeden Ayvalık'ın tüm doğal güzelliğini, koylarını adalarını görmek için Şeytan Sofrası'na çıkmanız gerekiyor. Özellikle güneş batışını Şeytan Sofrası'ndan seyredin. 
Burda kayaların arasında büyükçe bir ayakizi şeklinde bir çukur var, bunun şeytanın ayak izi olduğuna inanılmış. Mekan itibarıyla da şeytanın çıkıp yemek yediği bir yer olduğşeklinde batıl inanç oluşmuş. Halk ve turistler madeni para atarak dilek diliyor.. Ben de geri kalmadım, attım, dilekler dilendi. 

2006 yılında çıkan orman yangınında 300 hektar çamlık alan zarar görmüş.

Şeytan Sofrası 360 derecelik manzarasıyla kesinlikle görülmesi gereken bir yer. 


                                 





İşte ben sizi bugün böyle bir yerden sevgilerimi ve selamlarımı yolluyorum...-)

İlk günden bu kadar... Yarım sıra Cunda Adası'nda...
















6 Ağustos 2014 Çarşamba

Efendimiz Acemilik // Turgut Uyar

        

 "....... Oysa acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak kaygısının zevkiyle çalışacaksınız.

Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.

Diyeceksiniz ki: böylece ancak bir azınlığa seslenmiş olacaksınız. Bir kere, bu işin kötü yönleri beni hiç mi hiç korkutmuyor. İkincisi sanat bir ceht işidir, eğitim işidir. Tembel kalabalığın keyfine uymak istemiyorum. Sanatçı nasıl uzun çabalamalarla yetişiyorsa okuyucudan da bu gayreti bekler.

Çağımız insanı gitgide rahatına daha düşkün olmaya başladı. Belki her çağda böyleydi. Ama bugünkü kadar mıydı bilmem? Bunda bilimin, endüstrinin büyük payı var. Herkes birbirinin örneği olmayı hiçbir çağda bu kadar istemedi.‘Yeni Dünya’nın gerçekleşmesi yakın belki de. Bir örnek giyimler, bir örnek şarkılar, bir örnek aşklar. Uçaklar, radyolar, sinemalar durmadan bizi birbirimize benzetmeye çabalıyorlar. Kişiliksiz bir yaşamayı baştacı ettik. Gönüllüyüz. Kişiliksiz bir çağın şiiri de ister istemez kişiliksiz olmak zorundadır. Bu kadar yenilenmiş bir çağın şiiri, şiirin kelimeleri ne kadar eski, bir düşündünüz mü? Hâlâ uçağı, hâlâ Penicilini, hâlâ 70 katlı evleri, hâlâ hesap makinelerini, asfaltları, otoları şiire rahatça yerleştiremedik. Bunları kelime olarak, düşünce/duygu hayatımıza getirdikleri değişmelerle hâlâ şiire getiremedik. Barlarda kadınlarla saygısızca sevişiyoruz, sokaklarda açık saçık gördüğümüz kadınları hayvanca istiyoruz ama şiirde aşık olduk mu hâlâ ağlıyoruz.

Bir de bir kenarda sessiz sedasız bir insanoğlu var. Uyamadığı, maddi manevi her türlü imkânsızlıkları ile uyamadığı değişmenin farkında. Önünden iyice kavrayamadığı birşeyler akıp gidiyor. Durmuş da eskiye hasret mi çekiyor. Hayır. Kendisi ile çekişiyor. Ağır aksak yaşamasının hesabını vermeye çalışıyor. Dünyadan bildik tanıdık şeyler yakalamaya çalışıyor kısacası.

Sorun bir şiir sorunu değildir. Yaşama sorunudur. Zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. Hayatımızda olmayan sorun şiirimizde de olamaz.

Evet değişmek. Anlamlı bir yaşama için değişmek. Bu bir ölüm kalım meselesidir. Ne dersiniz?..."

__________


Malum Ağustos ayı Turgut Uyar demektir... 4'ü doğduğu, 22'si öldüğü gün... 

Ardından Cemal Süreya'nın "öldüğü gün... Hepimizi işten attılar" dediği büyük usta Turgut Uyar... Bir şiir, bir mavi, bir Tomris kimbilir ne kadar çok yakışıyordu sana...

Şiirimize, edebiyatımıza, hayatımıza, dünyamıza iyi ki doğdun! Iyi ki var oldun! Iyi ki bu hayattan geçtin! 

Şimdi 87 yaşındasın... "tüm mümkünlerin kıyısında..." 


Hamiş: Turgut Uyar’ın 1956 yılında “Efendimiz Acemilik” isimli yazısının son bölümü



2 Ağustos 2014 Cumartesi

Hoşgeldin Ağustos 💚



Hoşgeldin hayatımıza Ağustos ! 💚

Ne çabuk geldin...
Biraz uzun kal da yaz bitmesin...

Öyle bir ay ol ki;
Güzel insanlarla karşılaştır bizi, hani karşılaşmamız an meselesi dediklerimiz, umduklarımızdan...
Aşkı getir bize...
Bizi havalara uçuracak küçük sürprizlerin olsun...
Ortalığı inletecek kahkahalarımız olsun...
"İşte bu" diyeceğimiz haberlerimiz gelsin...

Memleketimdeki insanlara akıl, fikir ver.. Sorgulasınlar, herşeyden öte kendilerine değer versinler, versinler ki ona göre oylarını kullansınlar..

Aylardan Ağustos ya...
Sen şimdi her yeri incirle donatırsın, bir de mor erikle...
Tüm bunları tadacak ağız tadı da ver bize...

Sen şimdi tüm güzelliklerinden vereceksin ya bize...
Sen bize asıl bu güzellikleri görecek göz eyle...

Öyle bir ay ol ki;
Beni çok mutlu edecek bir başlangıcımın Ağustos'u ol...

Hadiii başlasınnn!!!!  💃❤️💃